Bugün ekonomi dışında bir şeyler yazmak istedim.
Aslında ekonominin tam dışında da sayılmaz…
Çünkü insanın yaşadığı yeri değiştirmesi, ekonomik tercihlerinin, yaşam maliyetinin, iş stresinin ve şehirlerin sunduğu hayat kalitesinin bir yansıması.
Hepimiz yaşadığımız yeri, farklı gerekçelerle terk etmek isteriz.
Özellikle büyük şehirde yaşayanların sıkça kurduğu ama çoğunlukla gerçekleştiremediği bir hayal bu:
Gitmek.
Benim İstanbul’u terk etme hikâyem de tam olarak böyle başladı…
Aslına bakarsak, İstanbul’da güzel ve keyifli bir hayatımız vardı. Tarihi yerleri, doğası, denizi… Hele akşamları sahile inip sandalyeleri kapıp, gece 2-3’lere kadar süren o uzun sohbetler…
Ama zaman geçtikçe kalabalıklar rahatsız etmeye, trafik içten içe bizi tüketmeye başladı. Gençliğimin o canlı, hareketli şehri, yavaş yavaş bizi boğmaya başladı.
Belki de sadece şehir değildi sorun.
Mesleğimiz de buna dahildi.
Bankacılık artık bir meslekten çok, insanı içten içe tüketen, anlamsız bir baskı aracına dönüşmüştü. Büyük matematik dehalarının çalışanı ezmek için tasarladığı hedefleme sistemleri, bizi önce işimizden sonra da yaşadığımız şehirden soğuttu.
Yine bir akşam, her zamanki gibi Üsküdar’dan Ataşehir’deki evime doğru yola çıktım. 1,5 saat süren trafikte, belki de 1500. kez, o cümleyi yine söyledim:
“Yeter artık, bu şehri terk etmenin zamanı geldi.”
Ama karar almak başka, harekete geçmek bambaşka bir şey.
Biz de bizim gibi düşünen arkadaşlarımızla ailece buluşup, İstanbul’dan gitme fikrini konuşmaya başladık. Hadi biz yetişkiniz, bir şekilde idare ediyoruz… Ama çocuklarımız? Onlar da bu stresin tam ortasında büyüyorlardı.
Pandemi süreci bize şunu net biçimde öğretti:
Dün geçti, yarının garantisi yok.
O yüzden bugünü dolu dolu yaşamak, sevdiklerimizle daha çok vakit geçirmek, doğayla iç içe olmak gerekiyor.
Dedik ki:
Betonda değil, toprakta daha çok vakit geçirmeliyiz.
Trafiğe değil, sevdiklerimize daha çok zaman ayırmalıyız.
Kampa gitmeliyiz.
Tarihi yerler gezmeliyiz.
Daha basit yaşamalı, daha doğal beslenmeliyiz.
Bunun adı 40 yaş sendromu muydu, yoksa geç gelen bir farkındalık mıydı bilmiyorum. Ama bir şeyi çok iyi biliyordum:
Bu şehirden gitmeye hazırdım.
Haritayı açtık. Gözümüz önce Ege’de bir balıkçı kasabasını aradı :)
Ama öyle yerler artık kalmamıştı.
Biz de daha gerçekçi bir rota çizdik:
Hem güzel koylara yakın, hem doğal ürünlere ulaşabileceğimiz, eğitim açısından güçlü, bütçemizi yormayacak bir yer…
Bütün işaretler bizi Aydın’a yönlendirdi.
Ertesi gün tayin dilekçelerimizi verdik.
Tabii ki işler tıkır tıkır işlemedi.
Arkadaşımın tayini Aydın merkez yerine Nazilli’ye çıktı.
Biz de farklı engellere takıldık. Süreç sancılı ve yorucuydu ama rötarlı da olsa biz de Nazilli yolcusuyduk.
Nazilli hakkında hiçbir şey bilmiyorduk.
Sadece bir arkadaşımın söylediği şu cümle aklımdaydı:
“Bu şehirde yaşayanlar kışın işlediği günahların bedelini yazın ödüyor.”
Ne demek istediğini, Temmuz’da 43 derece sıcakta kavrulduğumda anladım.
Yaklaşık iki yıldır Nazilli’de yaşıyoruz. Bu süreçte Aydın, Muğla, Denizli ve Manisa’daki birçok yeri dolaştık. Farklı şehirleri ve ülkeleri gezme fırsatımız da oldu.
Daha az stres, daha çok boş vakit.
Hayatın her saniyesi çok kıymetli. Hele bir de anne ya da babaysanız…
Çocuklarımızdan şikâyet ediyoruz ama onlarla gerçekten vakit geçirdikçe, onların da sakinleştiğini, daha huzurlu ve sağlıklı bireyler haline geldiklerini görüyorsunuz.
Bugün düşündüğümde, en büyük pişmanlığım şu:
Keşke bankacılığı daha önce bırakmış olsaydım.
Çünkü bir şeyleri değiştirmek için önce korkularla yüzleşmek, o korku dağlarını yıkmak gerekiyor.
Ve şimdi artık gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum:
Evet, İstanbul’u terk ettim.
Ama mesele İstanbul, Aydın ya da Nazilli değil.
Mesele vazgeçebilmek.
Çünkü her vazgeçiş bir başlangıçtır.
Her başlangıç, ruhu tazeleyen bir enerjidir.
Oturun.
Düşünün.
Plan yapın.
Ertelemeyin.
Mesleğiniz sizi çürütüyorsa bırakın.
Sevmediğiniz şehri terk edin.
Sizi boğan ne varsa, onunla vedalaşın.
Ne demiş şair:
“Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”